Translate

27 Aralık 2018 Perşembe

"Birden serçelerle indi yağmur.." Melih Cevdet Anday


"Tatlı gülüş pek yaraşır, gözlerin ömre bedel Ah ne güzel ne güzel seni sevmek ah ne güzel ne güzel.."


BEN YARGICIM/I AM A JUDGE

"Ben yargıcım. Ancak vicdanıma bağlanırım, aklımın gösterdiği yolda yürürüm. Şu ya da bu konuda kimseye söz veremem. Bu, görevime aykırı düşer. Yalnız mahkemede konuşmak, başka her yerde susmak zorundayım. Artık sizleri tanımıyorum. Ben şimdi bir yargıcım; ne dostum ne de düşmanım var..."

Tanrılar susamışlardı / Anatole France


*Michelet, "Fransız İhtilâli tarihi"nde:"Biz aslında giyotin devrimi yaptık" der ya işte Anatole France bu sözün kitabını "Les dieux ont soif" ile yazmış. İhtilale bir de başka pencereden bakmış. Kendi evlatlarını yiyen bir devrimi ve evi yapan balta, inşaat bittiğinde nasıl dışarıda kalırı anlıyoruz. Robespierre burjuva sınıfının tam egemenliğini kurabilmesi için acımasız davranmanın gerekliliğine inanmış ve eşitlik, özgürlük, kardeşlik (!!!) başlığı altında yapılan bu savaşta bu kadar kan dökülmesini bu düşünceye bağlayarak meşru kılmaya çalışmış. Çok fazla dip not vardı benim okuduğum çeviride, akıştan sık sık kopmama neden oldu. Ama kurgu olmadığını bildiğiniz ve tarihi gerçeklere bağlı kalınarak, objektif olduğunu hissettiğiniz bir kalem ile ihtilali okumak ilginç bir deneyimdi...ve İhtilal Mahkemesi Üyeliği yapan ve kendini tamamen cumhuriyete adamış,dürüst bir kişiliğe sahip olan Evariste..unutulmaz bir profil olarak kalacak aklımda..

Mexican Standoff” /Meksika açmazı

Hepimiz kazanmak zorundayız, zorundaydım."
"Öyle," dedi Tom. "Ama keşke başkasının kaybetmesine yol açmadan kazanmanın bir yolunu bulsaydın."

John Steinbeck/Gazap Üzümleri

*
Mexican Standoff” /Meksika açmazı ya da meksika çıkmazını filmlerde çok sık görürüz. Etimolojik kökenine bakarsak Avustralya kökenli ama asıl 19 Mart 1876 / Meksika – Amerika Savaşı sırasında anlatılagelen kısa bir öyküde, meksikalı bir haydutlar ve Amerikalılar arasında gerçekleşen bir olaydan adını alır.Soğuk Savaş zamanında Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği arasında gerçekleşen Küba Füze Krizi’nde (1962) sıklıkla dile getirilen bir deyim olmuştur. Zira, iki büyük devletin nükleer silahlarını birbirine doğrultması, yalnızca bu ülkeleri değil, dünyanın büyük bir kısmını ortadan kaldıracağı için, durum bir çıkmaza girmiştir. Meksika açmazı dediğimiz sahne ise şudur; 2'den fazla silahlı kişi silahları birbirlerine doğrulturlar. Karşılıklı iki kişi karşılıklı düello’ya tutuştuğunda hissedilen gerginlik, meksika açmazının yanında hiçtir. Herkes aynı anda hem silahla birini tehdit etmekte, hem de başka birisi tarafından tehdit edilmektedir. Bu durumda meksika açmazı oluşur, kimse ne silahı bırakabilir ne de ateş edebilir. her atışın isabetli olması ve vurulan kişinin tekrar atış yapamaması ön koşuluyla herhangi biri ateş ederse silahını en son ateşleyen kişi hariç herkes ölecektir.Şu an olan her şey de başka bir meksika çıkmazı..Amin Maalof'un Semerkant'ta dediği gibi:" Kendimizi savunmak için öldürüyor, ama insanları ikna etmek, kazanmak için ölüyoruz. "

"Out beyond ideas of wrongdoing and rightdoing, there is a field. I'll meet you there/ Doğrunun ve yanlışın ötesinde bir yer var, seninle orada buluşacağız.." Mevlana


MECNUN HALİ..

"Mecnun’un hali bir çeşit görmezlik halidir. ‘Kimsin?’ derler ‘Leyla’yım der, ‘Nereye?’ derler ‘Leyla’ya’ der, ‘nereden’ derler, ‘Leyla’dan’ der. İşte o vakit benlikten çıkıp gider insanoğlu. Leyla’ya bakar, Leyla’ya uyanır, Leyla’ya yürür...”

Tarık Tufan/ Hayal Meyal


DOĞRU KELİMELER..

"İnsan bazen doğru kelimeleri, doğru cümleleri bulabildiğini zannediyor, henüz yaşanmamış anlara ilişkin. Oysa yaşanan an kendi sözlerini dayatıveriyor insana..."

Tarık Tufan/Hayal meyal

"Hukuksal alanda, bir ateistim. Themis tanrıçasının varlığına inanmam.." Jacques Vergès:

*Hukuk tarihinin en ilginç avukatlarından biri “Şeytanın avukatı” olarak bilinen Jacques Vergès ile Vivet Kanetti’nin, 20 Eylül 1985’te, Le Nouvel Observateur dergisinde yayınlanan röportajının bir kısmı. (Donanımına, kültürel zenginliğine, kendisini ifade edişine bir bakıyorum bir de sayısı binleri bulan meslektaşlarımızın çoğunluğuna..:( )

Vivet Kanetti: Kitabınız “Savunma Saldırıyor”] sık sık “hukuk sanatı” tabirini kullanıyorsunuz. İyi bir avukattan da “sanatçı” diye söz ediyorsunuz…

Jacques Vergès: Gerçekten de adalete iki türlü yaklaşılabileceği kanısındayım. Biri teknik, diğeri sanat olarak. İkinci yaklaşımda, adaletin önüne gelen vakalar hep olağanüstüdür. Gerçek şu ki, adalet yasanın ihlaliyle alakalıdır; tıpkı roman ve film gibi. İlgimizi çeken hiç bir büyük roman yoktur ki bir yasanın ihlalinden söz etmesin. “Tehlikeli İlişkiler”dan “Ecinniler”e , “Kalpazanlar”dan “Bedendeki Şeytan”a, hatta diyebilirim ki “Tristan ve İsolde”ye kadar.Bu vakalar ilginçler, zira bizleri insan doğasıyla karşı karşıya getirmekteler. Düşüncem şu ki, insan topluluğu hayvan topluluğundan yasaların ihlaliyle ayrılır. Arı kovanında, ana kraliçe kendi iradesiyle hamileliğine son vermez. İhlalle, hatta diyebilirim ki suçla ayrılır insan hayvandan ve tanrılaşmak ister. Bir ihlalle karşı karşıya geldiğinizde, bu ihlalden roman çıkartacak yazara benzersiniz. Ancak biz avukatlar, bir hukuki dosya karşısında, daha çok sinema montajcısına yaklaşırız.Çekilmiş film parçacıklarına, yani sorgu tutanaklarına dayanarak, savcı ve savunma avukatı, iki ayrı öykü anlatacaklardır. Bu öykülerden biri yalan diğeri doğru değildir. Her ikisi doğrudur ve her ikisi doğru değildir. İkisi de birer hakikati dile getirirler, Tek Hakikat’i değil. O Tek Hakikat, ne hayatta, ne de bir dava süresi olan birkaç günde, birkaç saatte bulunabilir.

VK: Adaletin zaferine inanmıyorsunuz?

Jacques Vergès: Hukuksal alanda, bir ateistim. Themis tanrıçasının varlığına inamam. Derim ki, en sanatçı olan kazanacaktır. Galip gelecek olan estetiktir, adalet değil.

VK: Bir hukuk sanatçısının özellikleri nelerdir?

Jacques Vergès: Suçlu denen bir insanı savunabilmek için, sizin de tutkuyla yaşamanız gerekir. Eğer tutkuyla sevebilmekten acizseniz, karısını öldürmüş bir adamı nasıl savunabilirsiniz?

VK: Tutkuyla sevebilen biri misiniz?

Jacques Vergès: Ah! Evet, tutkuluyum ben. Büyük bir dolandırıcının yakalanmadan önceki hayatıyla ilgilenmiyorsanız, onu nasıl anlayabilirsiniz? Başkalarının Kızılderili Jivarolarla ilgilendiği gibi muhafazakâr bir küçük esnafın hayatıyla ilgilenmemişseniz, onu nasıl savunacaksınız?“Suç ve Ceza”dan bir sahne aklıma geliyor… Yargıç Porfir, Raskolnikov’la konuşmaktadır. Yargıç kimliğiyle yaptığı bir konuşma değildir bu henüz. Tefeci kadının cinayeti çerçevesinde bir işçiyi tutuklatmıştır. Ama Raskolnikov’la konuşurken, Porfir aniden şöyle der: “Hayır, bu bir işçinin işleyeceği cinayet değil, bu bir entelektüel cinayeti”. İyiyi ve kötüyü kendine sorun etmişlerin cinayeti. Bence yargıç Porfir, Raskolnikov’la aynı kaygılardan, düşüncelerden, aynı meselelerden geçmemiş, o da bir gün güzel bir cinayeti düşlememiş olsaydı, bu soruları soramazdı. Raskolnikov’un farkı eyleme geçmiş olmasındadır. Ancak Porfir, cinayetin hiç değilse köklerinden tatmış olduğu içindir ki, Raskolnikov’un suçunu açığa çıkartabilir.

VK: Kitaplarınızda sık sık başvurduğunuz “kopuş savunması” tanımı size mi ait?

Jacqes Vergès: Dünya dünya olalı kopuş savunmaları ve uyum savunmaları oldu. Bana ait olan, sanırım, bu iki kavramı birbirinden ayırmaktır. O güne dek, “siyasi dava”, “adi dava” gibi kanımca yüzelsel olan bir ayrımla yetiniliyordu. Oysa tüm siyasi davalar aynı tarzda olmadığı gibi –İtalya’daki “pişmanlık” davaları bunun bir kanıtıdır–, tüm adi davalar da aynı tipte değildir.

Messrine gibi bir büyük gangsterin savunmasıyla bir yankesicinin savunması aynı olmaz. Uyum savunması, mahkemede sanık, avukat, iddianame aynı değerleri kabul ettikleri zaman yapılan savunmadır. Bu durumda sanık, kendini savunmak için, öncelikle ve dosya buna imkân tanıyorsa, olaya dahlini inkâr edecek, masumiyetini haykıracaktır. Masumiyet iddiasında bulunamıyorsa, hafifletici nedenlere başvurur.

Buna karşılık daha çok siyasi, bazen de adi kimi sanıklar, iddianame ve mahkemenin ortak ilkelerini reddederler ve bir kopuş savunmasına girişirler. Bu kopuş savunmasına tarihin birçok döneminde tanık olacağız. Bize tümüyle aktarılmış ilk kopuş savunması, Sokrates’inkidir. Bir diğer büyük kopuş davası, Dreyfus vakası sırasında Zola davasıdır. Dreyfus davasının kendisi kopuş davası değildi… Cezayir Kurtuluş cephesinin, Filistinli fedayinlerin davalarında ve bildiğiniz diğer davalarda göreceğiz, kopuş savunmasını.

VK: Kopuş savunmasının en büyük kozu nedir?

Jacques Vergès: Kopuş savunmasında sanık Sokrates gibi yapar: farklılığını öne sürer. Sokrates döneminde, biliyoruz, bu tür davalar sanığın şahsi yıkımıyla sonuçlanırlar. Sokrates baldıran zehirini içmek zorunda kalır. Ama o günden bugüne dünyada pek çok şey değişti. Bugün hiçbir önemli olay yoktur ki Pekin’de geçmiş olup Şili’nin Santiago’sunda ve Paris’te yankılanmasın, yorumlanmasın. Bu durumda kopuş savunması en doğrusu gibi görünür, çünkü sanık, eğer teslim olmamışsa, farklılığını öne sürüyorsa, dünyadaki tüm dostlarını etrafına toplar. Bu örgütleme onu kurtarmaya yetmeyebilir, kimi zaman: Rosenberg’ler vakasında olduğu gibi. Ama zaten, kendilerini inkâr etmedikleri sürece, kurtuluşları mümkün değildi. Kopuş, durumu ağırlaştırmaz, var olan tek şansın kullanılmasını sağlar.

VK: Şöyle yazıyorsunuz: “hiçbir kopuş davası yoktur ki bir ölçüsüzlük sergilemesin”. “Ölçüsüzlük” de sanatsal bir kavram.

Jacques Vergès: Sade bir insanın –Zola gibi bir büyük yazarın bile; sade bir militanın haydi haydi– bir gün tek başına bir mahkemeye karşı dikilmesinde, baskıya karşı durmasında, onu gerileteceğini iddia etmesinde bir ölçüsüzlük vardır. Ölçüsüzlük, kendi alçakgönüllüğünü aşıp davanın ardından toplumun sözcülüğünü üstlenmektir. Zira bir davanın ilginçliği, ki bu da bir estetik veri, basit bir adi vakanın ve bir bireyin ardından bir insani soruna, tüm bir dönemin sorununa dönüşmesindedir.

VK: Bugünlerde katoliklikten çok söz eden yazarlar var. Onlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Jacques Vergès: Gülünç. Hele ki bunlar Tartuffe misali sahte dindarlar. Bir reklam aracı. Ben severim katolik yazarları. Örneğin hakiki bir katolik yazar Léon Bloy’ı çok severim. İnancı uğruna çok acı çekmişti. O’ydu, 
Martinique’teki Pelée volkanın patlamasıyla ilgili şöyle diyen: “Bu patlamanın nedenini aramayın. Bu, yaptıklarınızı gören Tanrı’nın kusmasıdır”.

VK: Kitabınız “Savunma Saldırıyor” da diyorsunuz ki , “bir hukukçu, Orta İmparatorluk sanatçısı gibi erkeğin adımını, kadının endamını ve on bir kuşun duruşunu bilmelidir”.

Jacques Vergès: Mısır heykeltraşlarına ait bir deyiştir bu…

VK: Siz on bir kuşun duruşunu bilir misiniz?

Jacques Vergès: Hayır ama gene de kum üstünde bazılarının adımını seçebilirim…

VK: Ya hayatta?

Jacques Vergès: Hayatta da.

"İncelikle sevdiler birbirlerini uzun zaman Kaçınıyorlardı itiraftan ve karşılaşmaktan.." Mihail Lermontov

*Belinski’ye göre: “Lermontov, Puşkin’in mirasçısıdır; üstelik de yeni bir dönemin şairidir.” Şair, öykücü, ve oyun yazarı Mihail Yuryeviç Lermontov yalnızca yirmi yedi yıl yaşayabilmiş, buna rağmen Çarlık Rusyası’nın hareketli olduğu bir dönemde ve sansürün gölgesi altında bu kısa ömrüne çok önemli şiirler sığdırmıştır. Özellikle yirmi üç yaşındayken yazdığı ve bütün Çarlık Rusyası’nda elden ele dolaştığı var sayılan, gerçekten de dönemi için ciddi izler bırakmış, bugün halen unutulmamış “Şairin Ölümü’nü yazmıştır. 1837’de ünlü Rus şairi Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in bir düelloda öldürülmesi üzerine yazdığı bu şiir dilden dile, matbaadan matbaaya çığ gibi büyüyerek başta St. Petersburg olmak üzerine bütün Rusya’ya yayılır. Çarlık Rusyası’nın yenilikçi akımlara karşı olduğu, korkulu bir tavırla hareketlenen devrimci algıyı bastırmak için sansür uyguladığı bir dönemde böylesine bir şiirin elden ele dolaşması elbette kaygı vericidir. Çar Nikola I, şiiri okuduktan sonra:“Hoş dizeler… Söyleyecek söz yok!” der ve “Yasaya göre gereği yapılsın.” der.Bunun üzerine Lermontov, Kafkasya’ya, Nijgorod Süvari Alayı’na sürülür.Ölümü o hayran olduğu Puşkin gibi bir düello sonunda olur 

"Acımızı gömmedik bir yerlere Duruş oldu Tavır oldu Hal oldu…" Mehmet Deveci


"Bazı insanlar satranç oyuncusu gibi sadece oyunu sever, sonucunu değil. " Dostoyevski/Yeraltından Notlar

* "Belki de insanoğlu kurmakla yükümlü olduğu yapıyı tamamlamaya ve hedefine ulaşmaya içten içe korktuğu için yıkmaya ve karmaşa çıkarmaya bu kadar düşkündür. Belki de binayı uzaktan seviyordur, yakından değil. Belki de sadece inşa etmeyi seviyordur, içinde yaşamayı değil."
Yeraltından Notlar

"Doğruyu konuşmak için iki kişi ister: Doğru söyleyen, doğru dinleyen..." Henry David Thoreau

*Dostoyevski'nin yaşantısında çok karanlık birtakım olaylar vardır. Tüm bu yaşadıklarından sonra Dostoyevski, vicdan azabı diyebileceğimiz bir şeyler duydu. Bu azap onu bir süre üzdü ve Raskolnikov'un Sonya'ya söylediklerini o da kendi kendine söyledi. Şöyle ki, Dostoyevski'nin saplantısı kahramanlarına günahlarını en çok aşağılanacakları yerlerde itiraf ettirmesidir. Nitekim Raskolnikov cinayetleri işlediğini Sonya'ya itiraf ettiğinde, Sonya çare olarak bir meydanda yere kapanarak ben birini öldürdüm diye bağırmasını öğütler.

Dostoyevski de günahını itiraf ihtiyacını duydu ama yalnız papaza değil. Bu itirafı kime yaparsa en çok acı duyacağını araştırdı. Turgenyev olmalıydı bu muhakkak. Dostoyevski Turgenyev'i uzun zamandır görmemişti, araları oldukça açıktı. Turgenyev herkesten saygı gören, aklı başında, zengin, ünlü bir kişiydi. 

Dostoyevski bütün cesaretini toplar ve kapıyı çalar. Bir uşak Dostoyevski'nin geldiğini haber verir. Uşak onu içeriye alır, o da hemen hikayesini anlatmaya başlar. Turgenyev şaşkın şaşkın dinler. Ne ilgim var bütün bunlarla, bana niye anlatıyor? Fyodor delirdi muhakkak diye düşünür. Dostoyevski anlatıp bitirdikten sonra uzun bir sessizlik olur. Turgenyev'den bir söz, bir işaret bekler… Kendi romanlarındaki gibi, şöyle olacak zanneder herhalde: Turgenyev onu kollarına alacak, ağlayarak öpecek, onunla barışacak… Ama ondan hiçbir şey gelmediği için Dostoyevski devam eder:

“Bay Turgenyev… Size söylemem gerek: Kendimi çok aşağılık görüyorum.”

Yine bekler. Sessizlik sürüp gider hep. Bunun üzerine Dostoyevski dayanamaz artık, öfkeyle ekler:

“Ama sizi daha aşağılık görüyorum! Bütün diyeceğim buydu işte!” Sonra da hışımla çekip gider.

**" Sanatçılar ve eserleri arasında kalmamak için çok uzun zaman önce bir seçim yaptım. Mesela Dostoyevski'nin kumarbaz olması ve diğer tüm kötü alışkanlıkları yüzünden ondan nefret etsem de kitaplarına duyduğum sevgi ve hayranlığı korudum. Zaten sonuçta sanatçının görevi Joseph Conrad’ın dediği gibi “görmenizi sağlamaktır." gördüğümüz şeylerin kendisi, gerçeği olmak değil. Tıpkı Mendelssohn , Bach, Liszt , Chopin, ya da benzeri bir bestecinin görevinin de "Duymanızı sağlamak.” olması gibi.."

"Dance me to the end of love/Dans et benimle, aşkın sonuna dek..." Leonard Cohen


SENİN İÇİN..



"Senin için dua ettim 
beni sevmen için dua ettim 
beni sevmemen için dua ettim.."
Leonard Cohen

"Yüzünüzü görmeye hiç çabalamadım.." Leonard Cohen


"Hineni.." Leonard Cohen

*Tanrı Hz. Musa'ya bir yanan-çalı suretinde görünüp ona seslendiğinde, Hz. Musa şöyle demiş: "Hineni". Tanrı, Hz. İbrahim'den oğlu İshak’ı kurban etmesini istediğinde Hz. İbrahim ona şöyle demiş:"Hineni"..

Bu söz -buradayım, hazırım’ manasına geliyormuş..

** Kanadalı yazar, besteci ve şarkıcı Leonard Cohen'in sağlığında tamamladığı The Flame isimli kitabının çıkmasını beklediğimi bilen Figen göndermiş çok sağolsun. Sanırım daha bizde çevirisi yapılıp, yayınlanmadı. Kapağında yanan bir çalı var, Cohen kendisi çizmiş.Yukarıda paylaştığım alıntıyı özetliyor. 1994 yılında bir Zen Budist keşişi olarak Los Angeles yakınındaki Mount Baldy Zen Manastırına kapandığını ve orada "Sessiz Adam" anlamına gelen Jikan adını (Dharma adı) aldığını, 1999 yılına kadar inzivasına devam ettiğini öğrendiğimden mi nedir bilmem yazdıklarında da -özellikle son notları olduğunu düşünürsek- bu günlerden izler buldum.Şiirler, şarkı sözleri ve notları var.Umarım bir gün bizde de yayınlanır ve benimkinden daha iyi bir çeviri ile de okurum.

*** Cohen’in şiirlerinde tanrıyı “G-d” şeklinde yazmasının nedenini öğrendiğimde çok etkilendim. "İlahi bir ismi telaffuz etmekten dahi imtina etmek’. Rilke gibi..söylendiğinde yok olacağına inananlardan..

KUM GÜZELİ

"Uzaktan zor seçilebilir bir harf.Hayır hayır! Şimdi anlıyorum… Gizli bir rakam, Kabala'dan, kumun üzerine çizilen.Çöldeyiz ve başka bir yerde değiliz… ama güzelsin…Kedi sakladım senden, öykü sakladım, belki bunu da saklayacağım… Ama sen, güzelsin…"
Ulus Baker/Kum Güzeli

*
"En elde edilmemiş şiirdin sen. Kuşluk vakti yazılanlardan... Bıkkın bir rahibin, bir sabah, yorgun bir vezirin akşamın alacakaranlığında muhtemelen yazacağı... Masadan doymadan kalkmış gibi okunmalı... güzelsin...

Uzaktan zor seçilebilir bir harf... 
Hayır hayır! Şimdi anlıyorum... Gizli bir rakam, Kabala'dan... kumun üzerine çizilen... Çöldeyiz ve başka bir yerde değiliz... ama güzelsin...

Onlar bitecekler: Çizgi roman gibi kolayca, tatile çıkarken boşanan yağmur gibi apansız, aceleyle... hâlâ güzelsin...

Yılgın geçilir sokaklardan, ağır aksak, akşam dörtten sonra yaz günü... Akşam mı? O kayıtsızdır... Bildiği gibi değişir, geçer, gider... güzelsin...

Kalp kalbe karşı... Bir arkadaşın evinde... Çiçekmiş... Hemen uzmanı geçindim. Ah! O güneş ister. Ah! Bol su asla olmaz. Oysa hiç anlamam çiçekten... Devetabanını pazı sanabilirim... Neden yaptım bunu? Çiçeğin adı sardı beni... Çünkü güzelsin...

Sözlerine delik kulağım... Özürlere sağır... Kör bir kuyu olacağım... Sen ise, güzelsin...Güzel sözcüğünü senden başkasına lâyık göremem... Ama bir önceki cümlede görmüş olabilirim... Aldırma, güzelsin...

Mikroskopun mucidi Leeuvvenhoek, aynı günde doğdukları, hep komşuluk yaşadıkları dostu ressam Vermeer'e bir su damlası gösterip, "su işte böyle ve değil başka türlü" demiş... Bir öpüş damlasında kanyuvarları... Mucidin tarafım tutsam da... Sen güzelsin...

Sen, güzelsin... Kuraldışı...Minicik... Ama sen, güzelsin...

Kedi sakladım senden, öykü sakladım, belki bunu da saklayacağım... Ama sen, güzelsin...
Gönlünde yokum... Aşkımız, yok! Gerçekten... Güzeldin..."


16 Kasım 2018 Cuma

"İstersen çayın buğusunda bulursun 'sensin günaydın'ı.." Günaydın o zaman.. Günaydın yaşamak..


"Yendim veya yenildim belki ama girdiğim savaşların hepsinden güzel kalarak çıktım.."


"Hikâyelerimiz herkese anlatmak için değildir." Mükemmel Olmamanın Hediyeleri-Olmanız Gerektiğini Düşündüğünüz Kişiyi Bırakın, Olduğunuz Kişiyi Kucaklayın/Brene Brown

*En sevdiğim kısımlardan biri ise "Cesaret" ve "Merhamet" irdelenmesi oldu.Mesela diyor ki;" Merhamet geliştirme konusunda deneyimimizin bütünlüğünden —acımızın, empatimizin yanı sıra acımasızlığımız ve korkumuzdan— ilham alırız. Bu şekilde olmak zorundadır. Merhamet şifacıyla yaralı arasındaki bir ilişki değildir. Denkler arasındakı bir ilişkidir. Ancak kendi karanlığımızı iyi tanıdığımızda başkalarının karanlığıyla olabiliriz. Merhamet, ortak insanlığımızı fark ettiğimiz zaman gerçek olur."Ne kadar üzerinde düşünülesi değil mi?

** Cesaret (courage) kelimesinin kökü cor’dur; kalp kelimesinin Latince karşılığı. En eski yapılarından bir tanesinde cesaret kelimesi bugün sahip olduğundan çok farklı bir tanıma sahipti. Cesaret esas anlamıyla “kalbindeki her şeyi anlatarak aklından geçeni söylemek” demekti. Zaman içinde bu tanım değişti ve bugün cesaret daha çok kahramanlıkla eşanlamlıdır. Sıradan cesaret savunmasızlığımızı tehlikeye atmakla ilgilidir. Cesaret kelimesinde olduğu gibi merhamet kelimesinin kökenine bakarsak, merhametin neden genellikle acıya ilk yanıtımız olmadığını görürüz Merhamet (compassion) kelimesi Latince kelimeler pati ve cum’dan gelir, “birlikte acı çekmek” anlamını taşır.

Peer:Tek bir şey soracağım.Ne demek bu 'kendin olmak'? Dökmeci:Kendin olmak demek kendini yok etmek demek.Anladın mı?Anlamadın!!! Peer Gynt/Henrik İbsen

*Yukarıda ki alıntı yine Afife kitabından. Norveçli oyun yazarı İbsen ünlü oyunu Peer Gynt'ı yazarken eski bir masal kahramanından esinlenmiş.

"Bir bahar akşamı rastladım size Sevinçli bir telaş içindeydiniz.." Beste: Selahattin Pınar Güfte: Fuat Edip Baksı

* Afife Jale için bestelendiğini öğrendiğim ilk şarkı..malesef ilişkilerinin hüzünle nasıl ilerlediğini Pınar'ın bestelediği diğer şarkıların sözlerinden anlıyorsunuz. Yemek bile yemeden kitabı tamamladım. Elbette sonunu bildiğim bir hayat öyküsü ama neden diye sordum defalarca kendime neden bir insan, böylesine bir yetenek kendisine bunu yapar?Bir kadın olarak en zor adımı atmış ondan sonra gelenlere kapı açmış bu büyük oyuncunun hazin sonunda Cahide Sonku'yu gördüm sanki. Kitabın bir yerinde Cahide'nin ilk parladığı Afife Jale'nin de genç yaşında unutulmuş bir köşede bu parlamaya tanık olduğu sahne var..ne tuhaf sonlarının aynı olacağını bilemeden..(

**Kitaptan aktarılacak çok ama çok alıntı var ama okumayanlara haksızlık olmasın. Yalnız beni derinden etkileyen küçük bir not daha. (1920 lerin sonu ve 30 ların başında hangi yıl anımsamadım şimdi) Muhsin Ertuğrulun Darulbedayi için hazırladığı kış tiyatrosu programında yer alan oyunlar:Schiller'den Haydutlar, Gogol'dan Müfettiş, İbsen'den Bir bebek evi, Shakespeare'den Othello..ve açılış oyunu da The Trial Of Mary Dugan. Broadway veya Londra tiyatrosu değil düşünebiliyor musunuz? Recep İvedik'in film, basit bulvar oyunlarının tiyatro kabul edildiği günümüzde söylenecek şey çok ama içimden gelmiyor. Atatürk'ün her şey olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız sözünü kendisi için zikrettiği Muhsin Ertuğrul ve sanatçıların en büyük korkularının unutulmak olduğunu bir kez daha anladığım bu kitapla unutulmadığını ruhunun bilmesini dilediğim Afife Jale'yi ve diğer tüm sanatçılarımızı saygıyla anıyorum..

"Nereden aldığınız değil, nereye götürdüğünüz önemlidir.." Jean-Luc Godard

*Candide (Voltaire eseri) Matmazel Künegond’un aşkı için güzel bir şatodan kovulur. Avrupa’da engizisyon zulmüne uğrar. Amerika’yı bir uçtan bir uca yaya olarak dolaşır. Güzel Eldorado ülkesinden aldığı büyülü kızıl koyunların hepsini yitirir. Ve sonunda der ki: Olabilecek dünyaların en iyisinde bütün olaylar birbirine bağlanmıştır öyle ya, bütün bu acılara katlanmasaydım bugün burada mutlu olamazdım.Bu da bir bakış açısı elbette. Bir şeylerin zorluğunu çekerek inşa etmek oluşturmak. Ama ben hayatımızda bazı şeylerin Cotton-reel gibi olduğunu düşünüyorum. Cotton-reel: Kelime olarak karşılığı iplik makarası demek. (Freud bu kavramı çocuk analizinde çocuğun annesinin varlığı ve yokluğu üzerindeki kontrolünü sembolize eden bir oyun olarak kullanır.) Bazı metinlerde “Fort Da” oyunu olarak da geçer. Çocuk iplik bağlanmış makarayı tutarken “gitti (Almanca’da Fort)” diye bağırarak makarayı fırlatır ve “burada (Almanca’da Da)” diye bağırarak makarayı ipinden geri çeker. Bazı şeylerin gerçekten oluşup oluşmadığından emin miyiz?Kendimizce bir oyunda mıyız? Hatta daha da ilerletirsek; Derrida'nın bu oyun (fort-da) ve Heidegger'in Dasein terimini birleştirerek oluşturduğu : Fort-da-sein olabilir mi gelinen nokta. Hem yerde hem de hiçbir yerde olmayan..

"Gerçek, ancak onu işitmek isteyene söylenmeli.." Mutlu Yaşama Dair - Seneca

*Ve sanırım o gerçeği koruyabilene de..Sub rosa dictum. “Gülün altında söylenen şey” olarak Türkçeleştirilebilecek bu latince deyim “aramızda kalsın” anlamında kullanılırmış. Beyaz gül, suskunluğun ve ketumluğun sembolü olmuş. Bir odada itiraf mahiyetli veya çok samimi bir konuşma yapılacaksa etrafa beyaz güller konulurmuş..

Elinde çekiçten başka bir şey yoksa, her şey çivi olarak görünmeye başlar.” Abraham Harold Maslow

*Geçen akşam bir film vardı sanırım star Tv de."Deney isimli" bu film Alman yazar Mario Giordano’ya ait Das Experiment Black Box adlı kitaptan uyarlanmış.Bir bilim adamının düzenlediği ve tamamı erkeklerden oluşan 20 denek karşılığında para alacakları alacakları bir deneye katılırlar. Hiçbiri hayatında hapishane yüzü görmemiş olan denekler, hapishane ortamına dönüştürülen deney sahasında iki hafta boyunca, “yönetenler (gardiyanlar) ve yönetilenler (mahkûmlar)” olarak iki gruba ayrılarak yaşamak durumunda bırakılmayı kabul ederler.(Bu arada bu deney gerçekten de yapılmış. Stanford hapishane deneyi olarak bilinen deney, Stanford Üniversitesi’nde psikolog olan Philip Zimbardo liderliğindeki bir grup araştırmacı tarafından 1971’de gerçekleştirilmiş.Deneyin amacı ise; insanlara giydirilen roller ve bu rollerin, bireyin gerçek benliğini ne kadar zamanda ele geçirerek yabancılaştıracağı ve bu süreçte kişinin, bu yabancılaşmaya ve kendisine biçilen role, ne denli uyum sağlama ya da kendi benliğini muhafaza etme iradesine haiz olacağının belirlenmesi.) Filmden da anladığı kadarı ile "Güç Sahiplerini" zorbalık yapmakla eleştirenler, güç ellerine geçince daha hümanist oluyorlar mı? Aynı Zimbardo deneyinde gardiyanlara geçici olarak emanet edilen güç gibi.. Gerçeği unutup kendini geçici gücün etkisine kaptıranlar bir gün Zimbardo deneyinden çıkıp utanan denekler gibi utanma duygusuyla karşılaşacaklar mıdır? Para sahiplerine kapitalist eleştirisi yapanlar, paraya kavuşunca işçisine daha insani davranırlar? İktidarı eleştirenler, iktidara geçince daha insancıl olurlar?Filmi seyretmenizi tavsiye ederim..

“Kanıtın yokluğu, yokluğun kanıtı değildir.” Carl sagan

*Bu yukarıda ki sözle biraz paradoksal olacak ama inançlarımızı da delillendirmek zorunda mıyız?William Clifford'ın " İnanç Ahlakı"nda yer alan çok bilinen bir öykü vardır.Bir gemi sahibi, denize bir göçmen gemisi göndermek üzeredir. Gemisinin eski, yapımının da kötü olduğunu, sık sık onarım gerektirdiğini, denize açılmayacak kadar kötü bir halde olduğunu söylerler. Ama o gemisinin defalarca yolculuğa çıktığını, sağlam olduğunu ve bu kimsesiz insanları Tanrının da koruyacağını düşünür. Bu seferin kazasız sonuçlanacağına tüm kalbiyle inanır..ama gemi batar, göçmenler ölür.Ne söyleyebiliriz bu adam için? Elbette ki, onca insanın ölümünden sorumlu olduğunu. Gemisinin sağlamlığına içtenlikle inanmış olduğu doğru; ne var ki inancının içtenliği onu hiçbir şekilde haklı çıkaramaz; çünkü öylesi bir kanıta inanmaya hiçbir hakkı yoktu. İnancını sabırla araştırmak yoluyla dürüstçe edinmemiş, kuşkularını baskılamakla yetinmişti. Blaise Pascal'ın dediği gibi :"Kalbin, aklın bilmediği nedenleri vardır." ama aklı reddeden çözüm çözüm değildir.

“Senin için mücadele etmeyen insan, sadece gitmeni bekliyordur.” Bob Marley

*"İnsan sevdiğinin söylemediği sözüne de küserdi. " Şükrü Erbaş.

"Zamanı sarışın bir kedi olarak yarat baştan Allahım, Esirge ve bağışla beni gerçekten bırak düşlerimde kaybolayım...” . Didem Madak


‘da capo’

"İnsanın en üst ruhlu, en canlı ve en dünyayı olumlayan ideal hali geçmiş ve şuan ile uzlaşmaya varmış kişi olmanın yanı sıra geçmiş ve şuanda ebedi olarak tekrarlanan her bilgiye sahip olmayı arzu ederek doyumsuzca ‘da capo’ (baştan) diye bağırandır. “
Friedrich Nietzsche / İyinin ve Kötünün Ötesinde

**
Bilgi türleri üçe ayrılırmış. Gnosis sezgisel veya tefekkür yoluyla, “Mathesis” öğrenimle öğrenilebilir bilgi ve "pathesis" ancak ıstırap çekerek öğrenilebilen bilgi “ demekmiş. Diğer ilk ikisine tamam ama pathesis için "da capo" demem asla..

"Seni bir kez gülümseten hiçbir şey için pişman olma." The Beaver.


"Unutmayı öğrendim,unutmayı unuttum Unutmaya giden unutmayı öğrendim. Bir yalan hazırladım, ilk başkasından duydum, Yüzüme susanlardan konuşmayı öğrendim." Özdemir Asaf/Pagliacci.

**Şiire ismini veren Pagliaci italyanca Palyaçolar demek aynı zamanda R. Leoncavallo'nun operası. (Bir de her yerde geçen bu fıkra var: Bir adam doktora gider ve bunalımda olduğunu söyler. “Hayat sert ve acımasız.” der. Tehditkar bir dünyada kendisini yalnız hissettiğini söyler. Doktor “Tedavi basit.” der. “Büyük palyaço Pagliacci şehre geldi.” “Git onu izle. Moralin düzelir.” Adam gözyaşlarına boğulur. “Ama doktor.” der. “Pagliacci benim. 

Belki olağanüstü bir zekaya sahip olmak hoş bir şeydir ama bundan daha da büyük bir hediye güzel bir kalbi olmaktır.” — John Nash


"Ne kadar detaylı bir şarkı listen olursa olsun bazen içinde bulunduğun durum için uygun bir parça yoktur..." Definitely, Maybe (2008)

*Maxwell, yaptığı birçok deney sonrasında havada bir manyetik alan bulunduğunu ve bunun da elektrik akımıyla harekete geçtiğini anladı. Bu manyetik alana ‘’eter’’ adını verdi. Evreni dolduran, zonklayan, ama görünmez olan pelte anlamına geliyordu eter.( Bu sözcük hala rastgele bir şekilde kullanımda. İngilizce ‘’etherel’ ruhani anlamlarına geliyor.) Radyo programları başlarken ‘’yayında’’ terimini kullanan programlar işte bu nedenle ingilizcede ‘’on the air’’ şeklinde ifade ediliyor. Radyo dalgalarının havasız ortamda yol alması 

"Bir kuşun kalbine yaslanıp ağlayasım var bugün, elimi tut.." Arzu Eşbah


"Ve sen biliyorum ki dünyanın neresinde olursan ol, gözlerimi kapadığımda geleceksin.." Ertuğrul Bayam


"Hiçbir şey kolay değil. Ama insan yine de çabalamak zorunda..her şeye rağmen gülümse ve devam et.." Marilyn Monroe


"Ne zaman "Seni Seviyorum" demek istesem, Hep "Nasılsın " çıktı ağzımdan. Ve ben seni çok 'nasılsın'..."


"Güzel, hep güzeldir.." Eugene Delacroix


"Acılar da yanılabilirler.." Elias Canetti


"Bana sevdiğin kitaplarda altı çizili cümleler hediye et..." Aziz Nesin

*Ben mücevher sevmem dedi kadın…
Anlamam da.
Tek taş, beş taş deyince…

Çocukluğumun oyunları gelir aklıma.
Mücevher sevmem ben.
Vefa severim.
Sadakat severim.
Edep severim. .
Şiir severim."
Birhan Eroğlu

"Sevgili! En sevgili, Ey sevgili! Uzatma dünya sürgünüm benim.. Bütün şiirlerde söylediğim sensin.. Leyla dedimse sensin.." Sezai Karakoç


"Ne kadar azdır yaşadığımızdan yaşadığımızı sandığımız.." Attilâ İlhan


Gidenler gitti Bir yorgun kent kaldı geride Yine de şarkısını söyleyen Küller içinde!.." ... Nermin Erol

*Dresden bombardımanını düşünüyorum zaman zaman. (Sanırım bir yıl önce sayfamda ayrıntısı ile paylaşmıştım. Bir zamanlar Almanya’nın kültür ve tarih başkenti olan, bir çok müzeye, tarihi binaya ev sahipliği yapan şehir Dresden. Elbe Nehrinin kıyısında olan bu şehre, “Elbe’nin Floransa’sı” denirmiş.2 nci Dünya savaşının sonuna kadar hiç bombalanmadığı için "güvenli" olarak ilan edilen bu şehre hiçbir askeri bir stratejik gereksinim olmadığı halde tarihin en büyük bombardımanı İngiliz ve Amerikalılar tarafından "intikam" amacı ile düzenlenmiş.)O bombardıman sonrası şehirde zarar görmemiş nadir bir heykel fotoğrafı vardır..şehri seyreden.Ona benzeyen canlı heykeller sanki artık insanlar..ama yüzlerinde birer gülüş.."eccedentesiast" gülüşü..İçimi daha da çok acıtan bu gülüş.Şehir yıkıntılarını görmek bile beni üzerken insan yıkılmışlığına tanık olmak dayanılmaz geliyor..

**üm acılarına rağmen çevresine gülümseyebilen insanlara psikolojide verilen bir isim eccedentesiast.

"Belki de mutluluk şudur “ başka bir yerde olmanız , başka bir şey yapmanız, başka biri olmanız duygusuna kapılmamak ..”


Bunların bir gün bizim için eski 'hatıralar' olacağını hayal etmek garip değil mi?.." Comet – Kuyrukluyıldız filminden


Tanıştığın herkesin bir şeylerin acısını çektiğini, bir şeylerden korktuğunu, bir şeyleri sevdiğini ve bir şeyleri yitirmiş olduğunu unutma.Bu yüzden kimseyi yargılarken acele etme..." T.S. Eliot


"En güzel duâ başkasının haberi olmadan edilendir. Adınızın sizler bilmeseniz de hep dualarda anılması dileğiyle..."


Être à l'ouest.

"Nathanaël, içindeki bütün kitapları yakmalısın. Bütün kafa karışıklığın, zenginliklerinin çeşitliliğinden geliyor. Hepsinin içinden en çok hangisini istediğini bile bilmiyorsun ve biricik zenginliğin hayat olduğunu anlamıyorsun..."
Andre Gide, Dünya Nimetleri

*
Fransızca "Être à l'ouest. " diye bir deyim var. Kafa karışıklığından kaynaklanan dikkat eksikliği gibi bir anlamı var. Hani beyniniz o kadar doludur ki bazen söyledikleriniz aslında kafanızdan geçenler değildir.İşin komik tarafı bu deyimi bire bir çevirdiğinizde "Batıda olmak" anlamına geliyor.Bizimkilerin olduğu gibi farklı dillerdeki deyimlerin de bir hikayesi vardır elbette bununkini bilmiyorum. Ama bazen benim de "Kafam Batıda" diyesim geliyor

"Her şey senin yüzünden deyip çıkmak vardı aradan Ama ben bilirdim ki benim yüzümdendi de çoğu zaman..." . ~~Özdemir Asaf

**Streisand Etkisi: Barbra Streisand, bir internet sitesinde malikânesinin fotoğrafını görür ve bu fotoğrafın kaldırılması için dava açar.Aslında fotoğrafın kendisiyle hiç ilgisi yoktur. Yalı erozyonu için yapılan bir çalışmada diğer yalılar ile ve isim verilmeden yer almıştır. Bu dava sürecine kadar sadece 4 kişinin ziyaret ettiği fotoğraf (ki bunlardan ikisi de kendi avukatlarıdır) dava sürecinin sonuna kadar 420.000 kişiye ulaşmıştır. Yasaklamanın, kısıtlamanın ve içeriğin sansürlemesi çalışmaları sürecinde çok daha fazla ilgi çekme durumu, bu olayın en bilinen örneğini oluşturan Barbra Streisand'in soyadı ile özdeşleşmiştir.

"Her şey olur, her şey büyür, her şey geçer, hepsi biter...hayat kalır…" Bülent Ortaçgil