Translate
27 Aralık 2018 Perşembe
BEN YARGICIM/I AM A JUDGE
"Ben yargıcım. Ancak vicdanıma bağlanırım, aklımın gösterdiği yolda yürürüm. Şu ya da bu konuda kimseye söz veremem. Bu, görevime aykırı düşer. Yalnız mahkemede konuşmak, başka her yerde susmak zorundayım. Artık sizleri tanımıyorum. Ben şimdi bir yargıcım; ne dostum ne de düşmanım var..."
Tanrılar susamışlardı / Anatole France
*Michelet, "Fransız İhtilâli tarihi"nde:"Biz aslında giyotin devrimi yaptık" der ya işte Anatole France bu sözün kitabını "Les dieux ont soif" ile yazmış. İhtilale bir de başka pencereden bakmış. Kendi evlatlarını yiyen bir devrimi ve evi yapan balta, inşaat bittiğinde nasıl dışarıda kalırı anlıyoruz. Robespierre burjuva sınıfının tam egemenliğini kurabilmesi için acımasız davranmanın gerekliliğine inanmış ve eşitlik, özgürlük, kardeşlik (!!!) başlığı altında yapılan bu savaşta bu kadar kan dökülmesini bu düşünceye bağlayarak meşru kılmaya çalışmış. Çok fazla dip not vardı benim okuduğum çeviride, akıştan sık sık kopmama neden oldu. Ama kurgu olmadığını bildiğiniz ve tarihi gerçeklere bağlı kalınarak, objektif olduğunu hissettiğiniz bir kalem ile ihtilali okumak ilginç bir deneyimdi...ve İhtilal Mahkemesi Üyeliği yapan ve kendini tamamen cumhuriyete adamış,dürüst bir kişiliğe sahip olan Evariste..unutulmaz bir profil olarak kalacak aklımda..
Tanrılar susamışlardı / Anatole France
*Michelet, "Fransız İhtilâli tarihi"nde:"Biz aslında giyotin devrimi yaptık" der ya işte Anatole France bu sözün kitabını "Les dieux ont soif" ile yazmış. İhtilale bir de başka pencereden bakmış. Kendi evlatlarını yiyen bir devrimi ve evi yapan balta, inşaat bittiğinde nasıl dışarıda kalırı anlıyoruz. Robespierre burjuva sınıfının tam egemenliğini kurabilmesi için acımasız davranmanın gerekliliğine inanmış ve eşitlik, özgürlük, kardeşlik (!!!) başlığı altında yapılan bu savaşta bu kadar kan dökülmesini bu düşünceye bağlayarak meşru kılmaya çalışmış. Çok fazla dip not vardı benim okuduğum çeviride, akıştan sık sık kopmama neden oldu. Ama kurgu olmadığını bildiğiniz ve tarihi gerçeklere bağlı kalınarak, objektif olduğunu hissettiğiniz bir kalem ile ihtilali okumak ilginç bir deneyimdi...ve İhtilal Mahkemesi Üyeliği yapan ve kendini tamamen cumhuriyete adamış,dürüst bir kişiliğe sahip olan Evariste..unutulmaz bir profil olarak kalacak aklımda..
Mexican Standoff” /Meksika açmazı
Hepimiz kazanmak zorundayız, zorundaydım."
"Öyle," dedi Tom. "Ama keşke başkasının kaybetmesine yol açmadan kazanmanın bir yolunu bulsaydın."
John Steinbeck/Gazap Üzümleri
*“
Mexican Standoff” /Meksika açmazı ya da meksika çıkmazını filmlerde çok sık görürüz. Etimolojik kökenine bakarsak Avustralya kökenli ama asıl 19 Mart 1876 / Meksika – Amerika Savaşı sırasında anlatılagelen kısa bir öyküde, meksikalı bir haydutlar ve Amerikalılar arasında gerçekleşen bir olaydan adını alır.Soğuk Savaş zamanında Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği arasında gerçekleşen Küba Füze Krizi’nde (1962) sıklıkla dile getirilen bir deyim olmuştur. Zira, iki büyük devletin nükleer silahlarını birbirine doğrultması, yalnızca bu ülkeleri değil, dünyanın büyük bir kısmını ortadan kaldıracağı için, durum bir çıkmaza girmiştir. Meksika açmazı dediğimiz sahne ise şudur; 2'den fazla silahlı kişi silahları birbirlerine doğrulturlar. Karşılıklı iki kişi karşılıklı düello’ya tutuştuğunda hissedilen gerginlik, meksika açmazının yanında hiçtir. Herkes aynı anda hem silahla birini tehdit etmekte, hem de başka birisi tarafından tehdit edilmektedir. Bu durumda meksika açmazı oluşur, kimse ne silahı bırakabilir ne de ateş edebilir. her atışın isabetli olması ve vurulan kişinin tekrar atış yapamaması ön koşuluyla herhangi biri ateş ederse silahını en son ateşleyen kişi hariç herkes ölecektir.Şu an olan her şey de başka bir meksika çıkmazı..Amin Maalof'un Semerkant'ta dediği gibi:" Kendimizi savunmak için öldürüyor, ama insanları ikna etmek, kazanmak için ölüyoruz. "
"Öyle," dedi Tom. "Ama keşke başkasının kaybetmesine yol açmadan kazanmanın bir yolunu bulsaydın."
John Steinbeck/Gazap Üzümleri
*“
Mexican Standoff” /Meksika açmazı ya da meksika çıkmazını filmlerde çok sık görürüz. Etimolojik kökenine bakarsak Avustralya kökenli ama asıl 19 Mart 1876 / Meksika – Amerika Savaşı sırasında anlatılagelen kısa bir öyküde, meksikalı bir haydutlar ve Amerikalılar arasında gerçekleşen bir olaydan adını alır.Soğuk Savaş zamanında Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği arasında gerçekleşen Küba Füze Krizi’nde (1962) sıklıkla dile getirilen bir deyim olmuştur. Zira, iki büyük devletin nükleer silahlarını birbirine doğrultması, yalnızca bu ülkeleri değil, dünyanın büyük bir kısmını ortadan kaldıracağı için, durum bir çıkmaza girmiştir. Meksika açmazı dediğimiz sahne ise şudur; 2'den fazla silahlı kişi silahları birbirlerine doğrulturlar. Karşılıklı iki kişi karşılıklı düello’ya tutuştuğunda hissedilen gerginlik, meksika açmazının yanında hiçtir. Herkes aynı anda hem silahla birini tehdit etmekte, hem de başka birisi tarafından tehdit edilmektedir. Bu durumda meksika açmazı oluşur, kimse ne silahı bırakabilir ne de ateş edebilir. her atışın isabetli olması ve vurulan kişinin tekrar atış yapamaması ön koşuluyla herhangi biri ateş ederse silahını en son ateşleyen kişi hariç herkes ölecektir.Şu an olan her şey de başka bir meksika çıkmazı..Amin Maalof'un Semerkant'ta dediği gibi:" Kendimizi savunmak için öldürüyor, ama insanları ikna etmek, kazanmak için ölüyoruz. "
MECNUN HALİ..
"Mecnun’un hali bir çeşit görmezlik halidir. ‘Kimsin?’ derler ‘Leyla’yım der, ‘Nereye?’ derler ‘Leyla’ya’ der, ‘nereden’ derler, ‘Leyla’dan’ der. İşte o vakit benlikten çıkıp gider insanoğlu. Leyla’ya bakar, Leyla’ya uyanır, Leyla’ya yürür...”
Tarık Tufan/ Hayal Meyal
Tarık Tufan/ Hayal Meyal
DOĞRU KELİMELER..
"İnsan bazen doğru kelimeleri, doğru cümleleri bulabildiğini zannediyor, henüz yaşanmamış anlara ilişkin. Oysa yaşanan an kendi sözlerini dayatıveriyor insana..."
Tarık Tufan/Hayal meyal
Tarık Tufan/Hayal meyal
"Hukuksal alanda, bir ateistim. Themis tanrıçasının varlığına inanmam.." Jacques Vergès:
*Hukuk tarihinin en ilginç avukatlarından biri “Şeytanın avukatı” olarak bilinen Jacques Vergès ile Vivet Kanetti’nin, 20 Eylül 1985’te, Le Nouvel Observateur dergisinde yayınlanan röportajının bir kısmı. (Donanımına, kültürel zenginliğine, kendisini ifade edişine bir bakıyorum bir de sayısı binleri bulan meslektaşlarımızın çoğunluğuna..:( )
Vivet Kanetti: Kitabınız “Savunma Saldırıyor”] sık sık “hukuk sanatı” tabirini kullanıyorsunuz. İyi bir avukattan da “sanatçı” diye söz ediyorsunuz…
Jacques Vergès: Gerçekten de adalete iki türlü yaklaşılabileceği kanısındayım. Biri teknik, diğeri sanat olarak. İkinci yaklaşımda, adaletin önüne gelen vakalar hep olağanüstüdür. Gerçek şu ki, adalet yasanın ihlaliyle alakalıdır; tıpkı roman ve film gibi. İlgimizi çeken hiç bir büyük roman yoktur ki bir yasanın ihlalinden söz etmesin. “Tehlikeli İlişkiler”dan “Ecinniler”e , “Kalpazanlar”dan “Bedendeki Şeytan”a, hatta diyebilirim ki “Tristan ve İsolde”ye kadar.Bu vakalar ilginçler, zira bizleri insan doğasıyla karşı karşıya getirmekteler. Düşüncem şu ki, insan topluluğu hayvan topluluğundan yasaların ihlaliyle ayrılır. Arı kovanında, ana kraliçe kendi iradesiyle hamileliğine son vermez. İhlalle, hatta diyebilirim ki suçla ayrılır insan hayvandan ve tanrılaşmak ister. Bir ihlalle karşı karşıya geldiğinizde, bu ihlalden roman çıkartacak yazara benzersiniz. Ancak biz avukatlar, bir hukuki dosya karşısında, daha çok sinema montajcısına yaklaşırız.Çekilmiş film parçacıklarına, yani sorgu tutanaklarına dayanarak, savcı ve savunma avukatı, iki ayrı öykü anlatacaklardır. Bu öykülerden biri yalan diğeri doğru değildir. Her ikisi doğrudur ve her ikisi doğru değildir. İkisi de birer hakikati dile getirirler, Tek Hakikat’i değil. O Tek Hakikat, ne hayatta, ne de bir dava süresi olan birkaç günde, birkaç saatte bulunabilir.
VK: Adaletin zaferine inanmıyorsunuz?
Jacques Vergès: Hukuksal alanda, bir ateistim. Themis tanrıçasının varlığına inamam. Derim ki, en sanatçı olan kazanacaktır. Galip gelecek olan estetiktir, adalet değil.
VK: Bir hukuk sanatçısının özellikleri nelerdir?
Jacques Vergès: Suçlu denen bir insanı savunabilmek için, sizin de tutkuyla yaşamanız gerekir. Eğer tutkuyla sevebilmekten acizseniz, karısını öldürmüş bir adamı nasıl savunabilirsiniz?
VK: Tutkuyla sevebilen biri misiniz?
Jacques Vergès: Ah! Evet, tutkuluyum ben. Büyük bir dolandırıcının yakalanmadan önceki hayatıyla ilgilenmiyorsanız, onu nasıl anlayabilirsiniz? Başkalarının Kızılderili Jivarolarla ilgilendiği gibi muhafazakâr bir küçük esnafın hayatıyla ilgilenmemişseniz, onu nasıl savunacaksınız?“Suç ve Ceza”dan bir sahne aklıma geliyor… Yargıç Porfir, Raskolnikov’la konuşmaktadır. Yargıç kimliğiyle yaptığı bir konuşma değildir bu henüz. Tefeci kadının cinayeti çerçevesinde bir işçiyi tutuklatmıştır. Ama Raskolnikov’la konuşurken, Porfir aniden şöyle der: “Hayır, bu bir işçinin işleyeceği cinayet değil, bu bir entelektüel cinayeti”. İyiyi ve kötüyü kendine sorun etmişlerin cinayeti. Bence yargıç Porfir, Raskolnikov’la aynı kaygılardan, düşüncelerden, aynı meselelerden geçmemiş, o da bir gün güzel bir cinayeti düşlememiş olsaydı, bu soruları soramazdı. Raskolnikov’un farkı eyleme geçmiş olmasındadır. Ancak Porfir, cinayetin hiç değilse köklerinden tatmış olduğu içindir ki, Raskolnikov’un suçunu açığa çıkartabilir.
VK: Kitaplarınızda sık sık başvurduğunuz “kopuş savunması” tanımı size mi ait?
Jacqes Vergès: Dünya dünya olalı kopuş savunmaları ve uyum savunmaları oldu. Bana ait olan, sanırım, bu iki kavramı birbirinden ayırmaktır. O güne dek, “siyasi dava”, “adi dava” gibi kanımca yüzelsel olan bir ayrımla yetiniliyordu. Oysa tüm siyasi davalar aynı tarzda olmadığı gibi –İtalya’daki “pişmanlık” davaları bunun bir kanıtıdır–, tüm adi davalar da aynı tipte değildir.
Messrine gibi bir büyük gangsterin savunmasıyla bir yankesicinin savunması aynı olmaz. Uyum savunması, mahkemede sanık, avukat, iddianame aynı değerleri kabul ettikleri zaman yapılan savunmadır. Bu durumda sanık, kendini savunmak için, öncelikle ve dosya buna imkân tanıyorsa, olaya dahlini inkâr edecek, masumiyetini haykıracaktır. Masumiyet iddiasında bulunamıyorsa, hafifletici nedenlere başvurur.
Buna karşılık daha çok siyasi, bazen de adi kimi sanıklar, iddianame ve mahkemenin ortak ilkelerini reddederler ve bir kopuş savunmasına girişirler. Bu kopuş savunmasına tarihin birçok döneminde tanık olacağız. Bize tümüyle aktarılmış ilk kopuş savunması, Sokrates’inkidir. Bir diğer büyük kopuş davası, Dreyfus vakası sırasında Zola davasıdır. Dreyfus davasının kendisi kopuş davası değildi… Cezayir Kurtuluş cephesinin, Filistinli fedayinlerin davalarında ve bildiğiniz diğer davalarda göreceğiz, kopuş savunmasını.
VK: Kopuş savunmasının en büyük kozu nedir?
Jacques Vergès: Kopuş savunmasında sanık Sokrates gibi yapar: farklılığını öne sürer. Sokrates döneminde, biliyoruz, bu tür davalar sanığın şahsi yıkımıyla sonuçlanırlar. Sokrates baldıran zehirini içmek zorunda kalır. Ama o günden bugüne dünyada pek çok şey değişti. Bugün hiçbir önemli olay yoktur ki Pekin’de geçmiş olup Şili’nin Santiago’sunda ve Paris’te yankılanmasın, yorumlanmasın. Bu durumda kopuş savunması en doğrusu gibi görünür, çünkü sanık, eğer teslim olmamışsa, farklılığını öne sürüyorsa, dünyadaki tüm dostlarını etrafına toplar. Bu örgütleme onu kurtarmaya yetmeyebilir, kimi zaman: Rosenberg’ler vakasında olduğu gibi. Ama zaten, kendilerini inkâr etmedikleri sürece, kurtuluşları mümkün değildi. Kopuş, durumu ağırlaştırmaz, var olan tek şansın kullanılmasını sağlar.
VK: Şöyle yazıyorsunuz: “hiçbir kopuş davası yoktur ki bir ölçüsüzlük sergilemesin”. “Ölçüsüzlük” de sanatsal bir kavram.
Jacques Vergès: Sade bir insanın –Zola gibi bir büyük yazarın bile; sade bir militanın haydi haydi– bir gün tek başına bir mahkemeye karşı dikilmesinde, baskıya karşı durmasında, onu gerileteceğini iddia etmesinde bir ölçüsüzlük vardır. Ölçüsüzlük, kendi alçakgönüllüğünü aşıp davanın ardından toplumun sözcülüğünü üstlenmektir. Zira bir davanın ilginçliği, ki bu da bir estetik veri, basit bir adi vakanın ve bir bireyin ardından bir insani soruna, tüm bir dönemin sorununa dönüşmesindedir.
VK: Bugünlerde katoliklikten çok söz eden yazarlar var. Onlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Jacques Vergès: Gülünç. Hele ki bunlar Tartuffe misali sahte dindarlar. Bir reklam aracı. Ben severim katolik yazarları. Örneğin hakiki bir katolik yazar Léon Bloy’ı çok severim. İnancı uğruna çok acı çekmişti. O’ydu,
Martinique’teki Pelée volkanın patlamasıyla ilgili şöyle diyen: “Bu patlamanın nedenini aramayın. Bu, yaptıklarınızı gören Tanrı’nın kusmasıdır”.
VK: Kitabınız “Savunma Saldırıyor” da diyorsunuz ki , “bir hukukçu, Orta İmparatorluk sanatçısı gibi erkeğin adımını, kadının endamını ve on bir kuşun duruşunu bilmelidir”.
Jacques Vergès: Mısır heykeltraşlarına ait bir deyiştir bu…
VK: Siz on bir kuşun duruşunu bilir misiniz?
Jacques Vergès: Hayır ama gene de kum üstünde bazılarının adımını seçebilirim…
VK: Ya hayatta?
Jacques Vergès: Hayatta da.
Vivet Kanetti: Kitabınız “Savunma Saldırıyor”] sık sık “hukuk sanatı” tabirini kullanıyorsunuz. İyi bir avukattan da “sanatçı” diye söz ediyorsunuz…
Jacques Vergès: Gerçekten de adalete iki türlü yaklaşılabileceği kanısındayım. Biri teknik, diğeri sanat olarak. İkinci yaklaşımda, adaletin önüne gelen vakalar hep olağanüstüdür. Gerçek şu ki, adalet yasanın ihlaliyle alakalıdır; tıpkı roman ve film gibi. İlgimizi çeken hiç bir büyük roman yoktur ki bir yasanın ihlalinden söz etmesin. “Tehlikeli İlişkiler”dan “Ecinniler”e , “Kalpazanlar”dan “Bedendeki Şeytan”a, hatta diyebilirim ki “Tristan ve İsolde”ye kadar.Bu vakalar ilginçler, zira bizleri insan doğasıyla karşı karşıya getirmekteler. Düşüncem şu ki, insan topluluğu hayvan topluluğundan yasaların ihlaliyle ayrılır. Arı kovanında, ana kraliçe kendi iradesiyle hamileliğine son vermez. İhlalle, hatta diyebilirim ki suçla ayrılır insan hayvandan ve tanrılaşmak ister. Bir ihlalle karşı karşıya geldiğinizde, bu ihlalden roman çıkartacak yazara benzersiniz. Ancak biz avukatlar, bir hukuki dosya karşısında, daha çok sinema montajcısına yaklaşırız.Çekilmiş film parçacıklarına, yani sorgu tutanaklarına dayanarak, savcı ve savunma avukatı, iki ayrı öykü anlatacaklardır. Bu öykülerden biri yalan diğeri doğru değildir. Her ikisi doğrudur ve her ikisi doğru değildir. İkisi de birer hakikati dile getirirler, Tek Hakikat’i değil. O Tek Hakikat, ne hayatta, ne de bir dava süresi olan birkaç günde, birkaç saatte bulunabilir.
VK: Adaletin zaferine inanmıyorsunuz?
Jacques Vergès: Hukuksal alanda, bir ateistim. Themis tanrıçasının varlığına inamam. Derim ki, en sanatçı olan kazanacaktır. Galip gelecek olan estetiktir, adalet değil.
VK: Bir hukuk sanatçısının özellikleri nelerdir?
Jacques Vergès: Suçlu denen bir insanı savunabilmek için, sizin de tutkuyla yaşamanız gerekir. Eğer tutkuyla sevebilmekten acizseniz, karısını öldürmüş bir adamı nasıl savunabilirsiniz?
VK: Tutkuyla sevebilen biri misiniz?
Jacques Vergès: Ah! Evet, tutkuluyum ben. Büyük bir dolandırıcının yakalanmadan önceki hayatıyla ilgilenmiyorsanız, onu nasıl anlayabilirsiniz? Başkalarının Kızılderili Jivarolarla ilgilendiği gibi muhafazakâr bir küçük esnafın hayatıyla ilgilenmemişseniz, onu nasıl savunacaksınız?“Suç ve Ceza”dan bir sahne aklıma geliyor… Yargıç Porfir, Raskolnikov’la konuşmaktadır. Yargıç kimliğiyle yaptığı bir konuşma değildir bu henüz. Tefeci kadının cinayeti çerçevesinde bir işçiyi tutuklatmıştır. Ama Raskolnikov’la konuşurken, Porfir aniden şöyle der: “Hayır, bu bir işçinin işleyeceği cinayet değil, bu bir entelektüel cinayeti”. İyiyi ve kötüyü kendine sorun etmişlerin cinayeti. Bence yargıç Porfir, Raskolnikov’la aynı kaygılardan, düşüncelerden, aynı meselelerden geçmemiş, o da bir gün güzel bir cinayeti düşlememiş olsaydı, bu soruları soramazdı. Raskolnikov’un farkı eyleme geçmiş olmasındadır. Ancak Porfir, cinayetin hiç değilse köklerinden tatmış olduğu içindir ki, Raskolnikov’un suçunu açığa çıkartabilir.
VK: Kitaplarınızda sık sık başvurduğunuz “kopuş savunması” tanımı size mi ait?
Jacqes Vergès: Dünya dünya olalı kopuş savunmaları ve uyum savunmaları oldu. Bana ait olan, sanırım, bu iki kavramı birbirinden ayırmaktır. O güne dek, “siyasi dava”, “adi dava” gibi kanımca yüzelsel olan bir ayrımla yetiniliyordu. Oysa tüm siyasi davalar aynı tarzda olmadığı gibi –İtalya’daki “pişmanlık” davaları bunun bir kanıtıdır–, tüm adi davalar da aynı tipte değildir.
Messrine gibi bir büyük gangsterin savunmasıyla bir yankesicinin savunması aynı olmaz. Uyum savunması, mahkemede sanık, avukat, iddianame aynı değerleri kabul ettikleri zaman yapılan savunmadır. Bu durumda sanık, kendini savunmak için, öncelikle ve dosya buna imkân tanıyorsa, olaya dahlini inkâr edecek, masumiyetini haykıracaktır. Masumiyet iddiasında bulunamıyorsa, hafifletici nedenlere başvurur.
Buna karşılık daha çok siyasi, bazen de adi kimi sanıklar, iddianame ve mahkemenin ortak ilkelerini reddederler ve bir kopuş savunmasına girişirler. Bu kopuş savunmasına tarihin birçok döneminde tanık olacağız. Bize tümüyle aktarılmış ilk kopuş savunması, Sokrates’inkidir. Bir diğer büyük kopuş davası, Dreyfus vakası sırasında Zola davasıdır. Dreyfus davasının kendisi kopuş davası değildi… Cezayir Kurtuluş cephesinin, Filistinli fedayinlerin davalarında ve bildiğiniz diğer davalarda göreceğiz, kopuş savunmasını.
VK: Kopuş savunmasının en büyük kozu nedir?
Jacques Vergès: Kopuş savunmasında sanık Sokrates gibi yapar: farklılığını öne sürer. Sokrates döneminde, biliyoruz, bu tür davalar sanığın şahsi yıkımıyla sonuçlanırlar. Sokrates baldıran zehirini içmek zorunda kalır. Ama o günden bugüne dünyada pek çok şey değişti. Bugün hiçbir önemli olay yoktur ki Pekin’de geçmiş olup Şili’nin Santiago’sunda ve Paris’te yankılanmasın, yorumlanmasın. Bu durumda kopuş savunması en doğrusu gibi görünür, çünkü sanık, eğer teslim olmamışsa, farklılığını öne sürüyorsa, dünyadaki tüm dostlarını etrafına toplar. Bu örgütleme onu kurtarmaya yetmeyebilir, kimi zaman: Rosenberg’ler vakasında olduğu gibi. Ama zaten, kendilerini inkâr etmedikleri sürece, kurtuluşları mümkün değildi. Kopuş, durumu ağırlaştırmaz, var olan tek şansın kullanılmasını sağlar.
VK: Şöyle yazıyorsunuz: “hiçbir kopuş davası yoktur ki bir ölçüsüzlük sergilemesin”. “Ölçüsüzlük” de sanatsal bir kavram.
Jacques Vergès: Sade bir insanın –Zola gibi bir büyük yazarın bile; sade bir militanın haydi haydi– bir gün tek başına bir mahkemeye karşı dikilmesinde, baskıya karşı durmasında, onu gerileteceğini iddia etmesinde bir ölçüsüzlük vardır. Ölçüsüzlük, kendi alçakgönüllüğünü aşıp davanın ardından toplumun sözcülüğünü üstlenmektir. Zira bir davanın ilginçliği, ki bu da bir estetik veri, basit bir adi vakanın ve bir bireyin ardından bir insani soruna, tüm bir dönemin sorununa dönüşmesindedir.
VK: Bugünlerde katoliklikten çok söz eden yazarlar var. Onlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Jacques Vergès: Gülünç. Hele ki bunlar Tartuffe misali sahte dindarlar. Bir reklam aracı. Ben severim katolik yazarları. Örneğin hakiki bir katolik yazar Léon Bloy’ı çok severim. İnancı uğruna çok acı çekmişti. O’ydu,
Martinique’teki Pelée volkanın patlamasıyla ilgili şöyle diyen: “Bu patlamanın nedenini aramayın. Bu, yaptıklarınızı gören Tanrı’nın kusmasıdır”.
VK: Kitabınız “Savunma Saldırıyor” da diyorsunuz ki , “bir hukukçu, Orta İmparatorluk sanatçısı gibi erkeğin adımını, kadının endamını ve on bir kuşun duruşunu bilmelidir”.
Jacques Vergès: Mısır heykeltraşlarına ait bir deyiştir bu…
VK: Siz on bir kuşun duruşunu bilir misiniz?
Jacques Vergès: Hayır ama gene de kum üstünde bazılarının adımını seçebilirim…
VK: Ya hayatta?
Jacques Vergès: Hayatta da.
"İncelikle sevdiler birbirlerini uzun zaman Kaçınıyorlardı itiraftan ve karşılaşmaktan.." Mihail Lermontov
*Belinski’ye göre: “Lermontov, Puşkin’in mirasçısıdır; üstelik de yeni bir dönemin şairidir.” Şair, öykücü, ve oyun yazarı Mihail Yuryeviç Lermontov yalnızca yirmi yedi yıl yaşayabilmiş, buna rağmen Çarlık Rusyası’nın hareketli olduğu bir dönemde ve sansürün gölgesi altında bu kısa ömrüne çok önemli şiirler sığdırmıştır. Özellikle yirmi üç yaşındayken yazdığı ve bütün Çarlık Rusyası’nda elden ele dolaştığı var sayılan, gerçekten de dönemi için ciddi izler bırakmış, bugün halen unutulmamış “Şairin Ölümü’nü yazmıştır. 1837’de ünlü Rus şairi Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in bir düelloda öldürülmesi üzerine yazdığı bu şiir dilden dile, matbaadan matbaaya çığ gibi büyüyerek başta St. Petersburg olmak üzerine bütün Rusya’ya yayılır. Çarlık Rusyası’nın yenilikçi akımlara karşı olduğu, korkulu bir tavırla hareketlenen devrimci algıyı bastırmak için sansür uyguladığı bir dönemde böylesine bir şiirin elden ele dolaşması elbette kaygı vericidir. Çar Nikola I, şiiri okuduktan sonra:“Hoş dizeler… Söyleyecek söz yok!” der ve “Yasaya göre gereği yapılsın.” der.Bunun üzerine Lermontov, Kafkasya’ya, Nijgorod Süvari Alayı’na sürülür.Ölümü o hayran olduğu Puşkin gibi bir düello sonunda olur
"Bazı insanlar satranç oyuncusu gibi sadece oyunu sever, sonucunu değil. " Dostoyevski/Yeraltından Notlar
* "Belki de insanoğlu kurmakla yükümlü olduğu yapıyı tamamlamaya ve hedefine ulaşmaya içten içe korktuğu için yıkmaya ve karmaşa çıkarmaya bu kadar düşkündür. Belki de binayı uzaktan seviyordur, yakından değil. Belki de sadece inşa etmeyi seviyordur, içinde yaşamayı değil."
Yeraltından Notlar
Yeraltından Notlar
"Doğruyu konuşmak için iki kişi ister: Doğru söyleyen, doğru dinleyen..." Henry David Thoreau
*Dostoyevski'nin yaşantısında çok karanlık birtakım olaylar vardır. Tüm bu yaşadıklarından sonra Dostoyevski, vicdan azabı diyebileceğimiz bir şeyler duydu. Bu azap onu bir süre üzdü ve Raskolnikov'un Sonya'ya söylediklerini o da kendi kendine söyledi. Şöyle ki, Dostoyevski'nin saplantısı kahramanlarına günahlarını en çok aşağılanacakları yerlerde itiraf ettirmesidir. Nitekim Raskolnikov cinayetleri işlediğini Sonya'ya itiraf ettiğinde, Sonya çare olarak bir meydanda yere kapanarak ben birini öldürdüm diye bağırmasını öğütler.
Dostoyevski de günahını itiraf ihtiyacını duydu ama yalnız papaza değil. Bu itirafı kime yaparsa en çok acı duyacağını araştırdı. Turgenyev olmalıydı bu muhakkak. Dostoyevski Turgenyev'i uzun zamandır görmemişti, araları oldukça açıktı. Turgenyev herkesten saygı gören, aklı başında, zengin, ünlü bir kişiydi.
Dostoyevski bütün cesaretini toplar ve kapıyı çalar. Bir uşak Dostoyevski'nin geldiğini haber verir. Uşak onu içeriye alır, o da hemen hikayesini anlatmaya başlar. Turgenyev şaşkın şaşkın dinler. Ne ilgim var bütün bunlarla, bana niye anlatıyor? Fyodor delirdi muhakkak diye düşünür. Dostoyevski anlatıp bitirdikten sonra uzun bir sessizlik olur. Turgenyev'den bir söz, bir işaret bekler… Kendi romanlarındaki gibi, şöyle olacak zanneder herhalde: Turgenyev onu kollarına alacak, ağlayarak öpecek, onunla barışacak… Ama ondan hiçbir şey gelmediği için Dostoyevski devam eder:
“Bay Turgenyev… Size söylemem gerek: Kendimi çok aşağılık görüyorum.”
Yine bekler. Sessizlik sürüp gider hep. Bunun üzerine Dostoyevski dayanamaz artık, öfkeyle ekler:
“Ama sizi daha aşağılık görüyorum! Bütün diyeceğim buydu işte!” Sonra da hışımla çekip gider.
Dostoyevski de günahını itiraf ihtiyacını duydu ama yalnız papaza değil. Bu itirafı kime yaparsa en çok acı duyacağını araştırdı. Turgenyev olmalıydı bu muhakkak. Dostoyevski Turgenyev'i uzun zamandır görmemişti, araları oldukça açıktı. Turgenyev herkesten saygı gören, aklı başında, zengin, ünlü bir kişiydi.
Dostoyevski bütün cesaretini toplar ve kapıyı çalar. Bir uşak Dostoyevski'nin geldiğini haber verir. Uşak onu içeriye alır, o da hemen hikayesini anlatmaya başlar. Turgenyev şaşkın şaşkın dinler. Ne ilgim var bütün bunlarla, bana niye anlatıyor? Fyodor delirdi muhakkak diye düşünür. Dostoyevski anlatıp bitirdikten sonra uzun bir sessizlik olur. Turgenyev'den bir söz, bir işaret bekler… Kendi romanlarındaki gibi, şöyle olacak zanneder herhalde: Turgenyev onu kollarına alacak, ağlayarak öpecek, onunla barışacak… Ama ondan hiçbir şey gelmediği için Dostoyevski devam eder:
“Bay Turgenyev… Size söylemem gerek: Kendimi çok aşağılık görüyorum.”
Yine bekler. Sessizlik sürüp gider hep. Bunun üzerine Dostoyevski dayanamaz artık, öfkeyle ekler:
“Ama sizi daha aşağılık görüyorum! Bütün diyeceğim buydu işte!” Sonra da hışımla çekip gider.
**" Sanatçılar ve eserleri arasında kalmamak için çok uzun zaman önce bir seçim yaptım. Mesela Dostoyevski'nin kumarbaz olması ve diğer tüm kötü alışkanlıkları yüzünden ondan nefret etsem de kitaplarına duyduğum sevgi ve hayranlığı korudum. Zaten sonuçta sanatçının görevi Joseph Conrad’ın dediği gibi “görmenizi sağlamaktır." gördüğümüz şeylerin kendisi, gerçeği olmak değil. Tıpkı Mendelssohn , Bach, Liszt , Chopin, ya da benzeri bir bestecinin görevinin de "Duymanızı sağlamak.” olması gibi.."
"Hineni.." Leonard Cohen
*Tanrı Hz. Musa'ya bir yanan-çalı suretinde görünüp ona seslendiğinde, Hz. Musa şöyle demiş: "Hineni". Tanrı, Hz. İbrahim'den oğlu İshak’ı kurban etmesini istediğinde Hz. İbrahim ona şöyle demiş:"Hineni"..
Bu söz -buradayım, hazırım’ manasına geliyormuş..
Bu söz -buradayım, hazırım’ manasına geliyormuş..
** Kanadalı yazar, besteci ve şarkıcı Leonard Cohen'in sağlığında tamamladığı The Flame isimli kitabının çıkmasını beklediğimi bilen Figen göndermiş çok sağolsun. Sanırım daha bizde çevirisi yapılıp, yayınlanmadı. Kapağında yanan bir çalı var, Cohen kendisi çizmiş.Yukarıda paylaştığım alıntıyı özetliyor. 1994 yılında bir Zen Budist keşişi olarak Los Angeles yakınındaki Mount Baldy Zen Manastırına kapandığını ve orada "Sessiz Adam" anlamına gelen Jikan adını (Dharma adı) aldığını, 1999 yılına kadar inzivasına devam ettiğini öğrendiğimden mi nedir bilmem yazdıklarında da -özellikle son notları olduğunu düşünürsek- bu günlerden izler buldum.Şiirler, şarkı sözleri ve notları var.Umarım bir gün bizde de yayınlanır ve benimkinden daha iyi bir çeviri ile de okurum.
KUM GÜZELİ
"Uzaktan zor seçilebilir bir harf.Hayır hayır! Şimdi anlıyorum… Gizli bir rakam, Kabala'dan, kumun üzerine çizilen.Çöldeyiz ve başka bir yerde değiliz… ama güzelsin…Kedi sakladım senden, öykü sakladım, belki bunu da saklayacağım… Ama sen, güzelsin…"
Ulus Baker/Kum Güzeli
*
"En elde edilmemiş şiirdin sen. Kuşluk vakti yazılanlardan... Bıkkın bir rahibin, bir sabah, yorgun bir vezirin akşamın alacakaranlığında muhtemelen yazacağı... Masadan doymadan kalkmış gibi okunmalı... güzelsin...Uzaktan zor seçilebilir bir harf... Hayır hayır! Şimdi anlıyorum... Gizli bir rakam, Kabala'dan... kumun üzerine çizilen... Çöldeyiz ve başka bir yerde değiliz... ama güzelsin...
Onlar bitecekler: Çizgi roman gibi kolayca, tatile çıkarken boşanan yağmur gibi apansız, aceleyle... hâlâ güzelsin...
Yılgın geçilir sokaklardan, ağır aksak, akşam dörtten sonra yaz günü... Akşam mı? O kayıtsızdır... Bildiği gibi değişir, geçer, gider... güzelsin...
Kalp kalbe karşı... Bir arkadaşın evinde... Çiçekmiş... Hemen uzmanı geçindim. Ah! O güneş ister. Ah! Bol su asla olmaz. Oysa hiç anlamam çiçekten... Devetabanını pazı sanabilirim... Neden yaptım bunu? Çiçeğin adı sardı beni... Çünkü güzelsin...
Sözlerine delik kulağım... Özürlere sağır... Kör bir kuyu olacağım... Sen ise, güzelsin...Güzel sözcüğünü senden başkasına lâyık göremem... Ama bir önceki cümlede görmüş olabilirim... Aldırma, güzelsin...
Mikroskopun mucidi Leeuvvenhoek, aynı günde doğdukları, hep komşuluk yaşadıkları dostu ressam Vermeer'e bir su damlası gösterip, "su işte böyle ve değil başka türlü" demiş... Bir öpüş damlasında kanyuvarları... Mucidin tarafım tutsam da... Sen güzelsin...
Sen, güzelsin... Kuraldışı...Minicik... Ama sen, güzelsin...
Kedi sakladım senden, öykü sakladım, belki bunu da saklayacağım... Ama sen, güzelsin...
Gönlünde yokum... Aşkımız, yok! Gerçekten... Güzeldin..."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)